FAKĪ-yi TEYRÂN فقي طيران
Asıl adı Muhammed (Mîr Mihê) olup Fakī-yi (Fekiyê) Teyrân (kuşların fakısı, medrese talebesi) diye anılır. Babasının adı Abdullah’tır. Kendisiyle ilgili ilk yazılı bilgiler, Molla Mahmûd-ı Bâyezîdî’nin 1848-1866 yıllarında Erzurum’da Rus konsolosu olarak görev yapan Alexandre Jaba için derleyip kaleme aldığı notlarda yer almaktadır.
BİYOGRAFİ 30.10.2022 11:00:04 Bu İçerik 2945 kez görüntülendi.
Elî Herîrî ve Molla Cezerî’den sonra Fakī-yi Teyrân hakkında kısaca bilgi veren Bâyezîdî, Hakkâri vilâyetine bağlı Müküs (Miks) kasabasından olduğunu, 702 (1303) yılında doğduğunu, Hikâyetâ Şeyh-i San’ân, Kısseyâ Bersîs, Kavlê Hespê Reş gibi manzum eserler telif ettiğini, güçlü mülemma‘ ve rengîn şiirler yazdığını, şiirlerinde “Mim-He” mahlasını kullandığını ve yetmiş beş yıllık bir ömürden sonra 777’de (1375) ölüp Müküs’te defnedildiğini yazar (Recueil, s. 8; Kürtçe kısım, s. 14). Muhtemelen halk arasında dolaşan rivayetlere dayanan bu mâlûmatın, Fakī-yi Teyrân’ın şiirlerindeki bazı bilgiler ve Molla Cezerî ile ilişkisi göz önüne alındığında yanlış olduğu açıktır. Zira kendisi “Dilo Râbe” adlı şiirinde bu şiiri 1041’de (1631) yetmiş yaşında iken yazdığını açıkça belirtir (Dîwana Feqiyê Teyran, s. 174). Ayrıca Molla Cezerî ile karşılıklı söyledikleri şiirin, son kıtasında dile getirildiği üzere 1031’de (1622) yazılmış olması (altı mısralı elli bendden oluşan bu manzume için bk. Melayê Cıziri, s. 310-323; Arapça harfli kısmı, s. 221-226; Feqiyê Teyran, s. 123-147), yine Cezerî’nin ölümü dolayısıyla yazdığı dörtlüğün (Feqiyê Teyran, s. 86) ebced hesabıyla 1050 (1640) yılını vermesi bunu teyit etmektedir.
1041’de “Dilo Râbe” şiirini yazdığında yetmiş yaşında olduğuna göre 971 (1564) yılında doğmuş olmalıdır. Ancak Saîd Dêreşî, doğum tarihiyle ilgili olarak bu bilgiyi de nakletmekle birlikte 957’de (1550) ve “Beyta Dilî” adlı şiirin bir yazmasındaki nottan hareketle Müküs kazasına bağlı Verezüz (Verezor/Veregöz; şimdiki Kartal) köyünde dünyaya geldiğini, bu arada yine bazı şiirlerinde düşürdüğü tarihlerden hareketle 950 (1543) veya 953’te (1546) doğmuş olacağına dair ihtimalleri de zikreder (Dîwana Feqiyê Teyran, neşredenin girişi, s. 19, 21-24, 107, 312, 479). Buna göre Jaba’nın verdiği tarihler gibi ondan naklen V. Minorsky, Celîlê Celîl, Minorsky’yi kaynak gösteren Mehmed Emin Zekî Bey, ondan naklen de Bâbâ Merdûh Rûhânî ve diğer birçoğunun (Sadînî, Feqiyê Teyran, s. 36-37) Fakī’nin doğum ve ölüm tarihiyle ilgili olarak 707-777 (1307-1375) yıllarını kaydetmeleri (bu tarihleri Jaba 702-777 olarak verir) ve Zekî Bey ve Bâbâ Merdûh’un onu Mâkûlu göstermesi de gerçekle bağdaşmaz.
Fakī-yi Teyrân’ın, şiirlerinde kullandığı “mîr” sıfatının da îmâ ettiği gibi bir bey ailesinden geldiği söylenir. Kendi memleketinden başka Hizan, Fînîk, Cizre, Heşete gibi yerleri dolaşarak klasik medrese eğitimini tamamladığı, ancak tahsilinden sonra mesleğe devam edip molla (melâ) olmadığı, dolayısıyla “fakı” kaldığı yahut tevazu gereği bu lakabı kullandığı anlaşılmaktadır. Bir derviş gibi diyar diyar dolaşan Fakī’nin bölgede gezmedik yer bırakmadığı, uğradığı yerlerdeki meclis ve medreselerde şiirlerini okuduğu nakledilir. “Fakī-yi Gerok” (gezgin fakı) lakabı da bundan kaynaklanır. Celâdet Ali Bedirhan, onun Molla Cezerî’nin öğrencisi olduğuna dair bir rivayet zikretmekte (Hawar, IX/33 [1941], s. 812), sonraki bazı kaynaklar Bedirhan’a dayanarak bu rivayeti nakletmekte (MacKenzie, s. 128; Thomas Bois, EI2 [İng.], V, 482; Uzun, s. 20), Abdürrakīb Yûsuf da bunu uzak bir ihtimal olarak görmediğini belirtmektedir (Şaîrên Klasîk, s. 31). Fakat aynı yaşlarda olan bu iki zat arasında hocalık-talebelik ilişkisi bulunduğuna dair kesin bilgi yoktur. Fakī’nin onun talebesi olduğunu ileri süren görüş muhtemelen, karşılıklı söyledikleri şiirde Cezerî’nin “melâ”, onun da “fakī” diye anılmasına dayanır. Gerek bazı rivayetlere göre Fakī’nin daha büyük olması gerekse karşılıklı söyledikleri şiirin genel muhtevası ve son iki bendde her birinin kendisini diğerinin “senâhân”ı olarak anması, aralarında hoca-talebe ilişkisini aşan bir denklik ve dostluk bulunduğunu gösterir.
Fînîk, Cizre ve Heşete’de uzun bir süre kalan Fakī-yi Teyrân’ın, ardından Müküs’e döndüğü, bir süre ikamet ettiği Verezüz köyünde defnedildiği söylenir. Onun memleketine dönüşü 1031’den (1622) sonra olmalıdır. Zira Cizre’de bulunduğu sırada Molla Cezerî ile karşılıklı şiir söylemeleri son bendde geçen, “Di hezâr û yek û sihan” ifadesinden anlaşıldığı üzere bu yıl gerçekleşmiştir. Molla Cezerî’nin vefatıyla ilgili beyti de 1050’de (1640) yazdığına göre vefatı bu tarihte veya bundan sonradır. Bâyezîdî, Fakī-yi Teyrân’ın Müküs’te vefat ettiğini, Abdürrakīb Yûsuf da vefatına kadar son yıllarını burada geçirdiğini, Verezüz köyünde bulunan türbesinin ziyaret edilegeldiğini belirtir (a.g.e., s. 32). Saîd Dêreşi, “Beyta Dilî” adlı şiirin bir yazmasındaki Arapça nottan hareketle Nemira kazasına bağlı Şandis köyünde 1041’de (1631) öldüğünü yazar (Dîwana Feqiyê Teyran, neşredenin girişi, s. 19, 24; Adak, s. 213). Bugün Hizan’a bağlı Şandis (Dayılar) köyünde 2013 yılında keşfedilen ona ait kabirdeki Arapça mezar taşında da vefat tarihi 1041 olarak yazılmıştır (Sadinî, Nûbihar, XXII/127 [2014], s. 31-35). Verezüz köyünde ona nisbet edilen mezarın üzerine yakın zamanlarda etrafı açık, kubbeli küçük bir türbe yapılmıştır. MacKenzie, şiirlerinde geçen tarihlerden hareketle Fakī-yi Teyrân’ın yaklaşık 1000-1070 (1590-1660) yılları arasında yaşamış olacağını kaydederken (Yâdnâme-yi Îrânî-yi Minorskî, s. 129) onu izleyen T. Bois, Zeynelâbidîn Zinar, Emîr Hasanpûr, Mehmet Uzun gibi yazarlar bunları Fakī’nin doğum ve ölüm tarihleri olarak verirler (EI2 [İng.], V, 482; Kürt Edebiyatına Giriş, s. 19, 27; Kürdistanda Milliyetçilik, s. 146; Feqiyê Teyran, s. 38-39).
Elî Herîrî, Molla Cezerî, Melâyê Batê ve Ahmed-i Hânî ile birlikte Fakī-yi Teyrân klasik Kürt tasavvuf edebiyatının öncüleri ve Kürt edebiyat geleneğinin kurucuları arasında yer alır. Ahmed-i Hânî bir şiirinde, “Geri getirirdim Melâyê Cezerî’nin ruhunu / Ve diriltirdim onunla Eliyê Herîrî’yi / Fekiyê Teyrân’a öyle bir sevinç verirdim ki / Sonsuza dek hayran kalırdı” sözleriyle ilk üç meşhur şairi anar (Mem û Zîn, s. 63). Fakī-yi Teyrân tasavvufî konu ve mazmunlara olan derin hâkimiyeti, sade dili ve üslûbuyla konuşma dilini tercih etmesi ve folklor unsurlarını ustaca kullanmasıyla dikkat çeker. Âlim ve bilge kişiliğini yansıttığı şiirlerinde ilâhî aşk, mârifet ve hikmet, vahdet-i vücûd, kadın güzelliği, tabiat tasviri gibi konuları ustalıkla işler. Gazel ve kasideleri yanında bazı tarihî hikâyeleri de manzum olarak kaleme almıştır. Şiirlerini aruzla yazmış, uzun destan ve aşk hikâyelerinde beyit yerine dörtlükleri tercih etmiştir. Eserlerini Kürtçe’nin Kurmançi lehçesiyle kaleme almış, bugün bile kolayca anlaşılabilecek sade üslûbu, ses ve kafiye uyumundaki başarısı şiirlerinin ezberlenmesi ve bestelenmesini kolaylaştırmış, geniş halk kesimleri arasında büyük rağbet görerek bugüne kadar gelmesini sağlamıştır. Fakī-yi Teyrân, klasik şiirin adı geçen üstatlarından farklı olarak tasavvuf kavram ve mazmunlarını halk diliyle ifade etmesi bakımından Kürt tasavvufî halk edebiyatının da ilk temsilcisi sayılır. Divanı üzerinde yapılacak incelemeler, onun dinî ve tasavvufî derin birikiminin ortaya konulması yanında Arap ve Türk tasavvuf edebiyatının tanınmış üstatları arasındaki mevkiini göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
Fakī-yi Teyrân şiirlerinde Fekî’den başka Miksî, Mîr Mihê, Mîm û Hê gibi mahlaslar kullanmıştır. Hâlid Sadînî, Mîm û Hê rumuzunun Mıhemmedê Hekârî’nin kısaltması olduğunu kaydetmekte (Feqiyê Teyran, s. 28, 43), Jaba bunu Allah’ın isimlerinden biriyle irtibatlı görmektedir. Ancak bu rumuzun Muhammed adının ilk iki harfi olduğu ihtimali daha güçlü görünmektedir; zira bazı şiirlerinde bu adı teşkil eden üç harf olarak “Mîm Hê Dâl” mahlasını da kullanmıştır (Dîwana Feqiyê Teyran, s. 67). Bazıları Teyrân lakabını Ferîdüddin Attâr’ın Manṭıḳu’ṭ-ṭayr’ı ve orada yer alan Sîmurg hikâyesiyle, bazıları kuşları çok sevmesi ve şiirlerinde onlardan çok söz etmesiyle ilişkilendirir (Dîwana Feqiyê Teyran, neşredenin girişi, s. 26; Adak, s. 212; Sadînî, Feqiyê Teyran, s. 25-26; Tek, Varlık, sy. 1248 [2011], s. 12). Celâdet Ali Bedirhan ise bizzat kuşlarla konuştuğuna dair bir halk hikâyesine atıf yaparak bu rivayete uzunca yer verir (Hawar, IX/33 [1941], s. 812; ayrıca bk. Uzun, s. 20; Sadînî, Feqiyê Teyran, s. 24). Abdürrakīb Yûsuf tamamen başka bir yorumda bulunmuş, önce Müküs ile Hizan arasında Hizan’a bağlı Teyrân adlı köyden olduğunu ve bu sebeple Teyrân diye anıldığını ileri sürmüş, ancak daha sonra Saîd Dêreşî’ye gönderdiği bir mektupta böyle bir köyün olmadığını, dolayısıyla hata ettiğini açıklamıştır (Şaîrên Klasîk, s. 29; Sadînî, Feqiyê Teyran, s. 24). Dêreşî onun Fekiyê Teyrân adını kullanmadığını, bazı kaynaklarda şiirlerinde Fekîyê Hêşetî ve Fekîyê Gerok gibi mahlaslar kullandığına dair bilginin de yanlış olduğunu söyler (Dîwana Feqiyê Teyran, neşredenin girişi, s. 24). Nitekim kendisinin yayımladığı divanda bu isimlere rastlanmaz. Buna karşılık Sadînî, Fekiyê Teyrân adının yer aldığı bir kıtayı zikreder (Feqiyê Teyran, s. 23, 447). Bunun farklı bir telaffuzu olan Feqê Têra ise “Ez çi bejim” şiirinin son kıtasında görülür (Dîwana Feqiyê Teyran, s. 220; Sadînî, Feqiyê Teyran, s. 23, 416).
Eserleri. 1. Dîwânâ Feqiyê Teyran. Teyrân şiirlerini bir divanda toplamamış, bazı şiirleri ilk defa Aram Çaçan tarafından Gulbihar adıyla yayımlanmıştır (Erivan 1957). Abdürrakīb Yûsuf Dîvânâ Kurmâncî’de (Necef 1971) dört, Qanatê Kurdo Tarixa Edebyeta Kurdi’de (bk. bibl.) sekiz şiirine yer vermiş, bir kısım şiirleri çeşitli antoloji ve dergilerde neşredilmiş, daha sonra on tanesi Saîd Dêreşî ve şair Pîzânê Âlihânî tarafından bir divanda derlenerek yayımlanmıştır (Bağdat 1989). M. Reşit Irgat ve M. İsmet Kılıçaslan bu yayımı Latin harflerine çevirip Dîwana Feqiyê Teyran: Ey avê av adıyla bastırmış (İstanbul 1998), Zeynelâbidîn Zinar da Nimûne Ji Gencîneya Çanda Qedexekiri adlı eserine (Stockholm 1991) dokuz şiirini almıştır. Saîd Dêreşî, on yıl süren araştırma sonucunda Kuzey Irak, Avrupa ve Rusya kütüphanelerinde seksen civarında yazma nüshadan faydalanarak Fakī’nin hayatı ve nüshaların özelliklerine dair bir girişle birlikte neşretmiştir (Dahuk 1383/2005; Latin harfleriyle, İstanbul 2011). Hâlid Sadînî, Feqiyê Teyran: Jiyan, Berhem û Helbestên Wî adlı eserinde şairin hayatına dair geniş bilginin yanı sıra çeşitli şiirleriyle “Şeyh San‘ân”, “Bersîsê Âbid”, “Zembîlfiroş” ve “Beyta Dimdim” gibi uzun manzumelerine de yer vermiştir (İstanbul 2000, 2003, 2014, 8. baskı). Divan, Kürtçe yazma metnin tıpkıbasımı, Latinize şekli ve Türkçe tercümesiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı tarafından neşredilmiştir (T trc. Kadri Yıldırım, I-II, Ankara 2014).
2. Şeyhê San‘ân. Daha önce Ferîdüddin Attâr’ın Manṭıḳu’ṭ-ṭayr’ında geçen (s. 77-102) “Ḥikâyet-i Şeyḫ-i Sanʿân”, Mısırlı âlim ve edip Muhammed b. Ahmed el-İbşîhî’nin (ö. 854/1450 [?]) el-Müsteṭraf fî külli fennin müstaẓref’inde de hemen hemen aynı muhteva ile nakledilir (s. 169-170). Fakī-yi Teyrân, bu hikâyeyi son iki kıtasında belirttiğine göre 1030 (1621) yılında 362 dörtlük içinde manzum hale getirmiştir (Dîwana Feqiyê Teyran, s. 295-479). Hikâyeye göre, bir hıristiyan kızına âşık olan yaşlı bir âlim ve mutasavvıf aşkı uğruna talebe ve müridlerini terkedip kızın ardı sıra onun memleketine gider, kendisine yakınlaşmak için Hıristiyanlığı benimseyip haç takar, kızın babasına domuz çobanlığı yapar. Durumu öğrenen talebeleri yanına giderek onu caydırmaya çalışsalar da önce vazgeçmez. Ancak ısrarları üzerine ihtida ederek memleketine döner, kız da onu izleyip müslüman olur ve nihayet birlikte ölürler. Rus Kürt dili araştırmacısı Margarita Borisovna Rudenko, Saint Petersburg Umumi Kütüphanesi’nde Jaba Koleksiyonu içindeki bir yazmayı esas alarak bu hikâyeyi Rusça tercümesiyle birlikte neşretmiştir (Moskova 1965; bu neşrin Latin harflerine çevirisi, ayrıca Rudenko, MacKenzie, Celâdet Ali Bedirhan ve Qanatê Kurdo’nun konuyla ilgili metinlerinin ilâvesiyle, nşr. Memo Yetkin, Stockholm 1986; nşr. Celîlê Celîl, Wien 2003; nşr. Reşîd Muhammed Sâlih Seftî v.dğr., Destânâ Şeyhê San‘ân, Hevlîr 2007, 2008). Kādir Fettâhî Kādî eseri Farsça’ya tercüme ederek Kürtçe metniyle birlikte yayımlamıştır (Menzûme-i Kürdî-yi Şeyh-i San‘ân, Tebriz 1967).
3. Bersîsê Âbid. Daha önce birçok tefsir, tarih ve edebiyat kitabında yer alan bu kıssayı Fakī-yi Teyrân 211 dörtlükte manzum hale getirmiştir (nşr. Abdürrakīb Yûsuf, 2001; Dîwana Feqiyê Teyran, s. 148-292; Qanatê Kurdo, s. 72-74). İsrâiloğulları zamanında veya Fetret devrinde bir rahip yahut âbid olduğu söylenen Bersîsâ rivayete göre yetmiş yıl ibadet eden, duasıyla hastaların hemen şifa bulduğu bir kişiydi. Onu yoldan çıkarmaya çalışan şeytan, insan kılığına girerek hükümdarın hasta olan güzel kızının Bersîsâ’ya götürülmesini ve iyileşinceye kadar onun yanında bırakılmasını sağlar. Ardından da ilişkiye girmelerine ve Bersîsâ’nın kadını öldürmesine sebep olur. Bersîsâ yakalanıp idam edileceği sırada onun yanına giderek gerçek kimliğini açıklar ve, “Seni ben yoldan çıkardım, bana secde edersen seni kurtarırım” der, o da başını eğerek buna karşılık verir. Bunun üzerine şeytan kendisinden berî olduğunu söyler ve Bersîsâ idam edilir. Tefsir kitaplarında bu kıssaya Benî Nadîr yahudileriyle münafıklar hakkında nâzil olduğu belirtilen şu âyet dolayısıyla yer verilir: “Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir; şeytan insana, ‘İnkâr et’ der, o da inkâr edince, ‘Şüphesiz ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım’ der” (el-Haşr 59/16). İbn Abbas’tan nakledildiğine göre münafıklar yahudileri kışkırtıp yardım vaadiyle Hz. Peygamber’e karşı direnmeye sevketmiş, daha sonra yahudilerin yenilip Medine’den sürülmeleri üzerine şeytanın Bersîsâ’ya yaptığı gibi onlardan yüz çevirmiştir (Mukātil b. Süleyman, IV, 282-283; Begavî, VIII, 82-85; Kurtubî, XVIII, 37-41; Nüveyrî, XVII, 148-153; Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, s. 67-74).
4. Beyta Dimdim (Dimdim hikâyesi; Şerê Dimdim [Dimdim savaşı]). Kuzeybatı İran’da Urmiye-Mehâbâd yoluna birkaç kilometre mesafede, Bârândûz nehriyle Urmiye gölü arasında bulunan Dimdim Kalesi’ne Safevî Şahı I. Abbas zamanında yapılan hücuma karşı (1017/1608) Kürt Emîri Han Zülkifl Zehebî’nin destansı savunmasıyla ilgili hikâyenin altmış yedi dörtlükten oluşan nazma çekilmiş şeklidir (Dîwana Feqiyê Teyran, s. 175-188). Ordixane Celîl, Fakī-yi Teyrân’ın metni dahil bu hikâyenin farklı dönem ve çevrelerde derlenen altı versiyonunu doktora tezi olarak Rusça tercümeyle birlikte yayımlamış (Moscow 1967), İbrahim Kale de bunu Türkçe’ye çevirerek Kürtçe metinle beraber neşretmiştir (Kürt Kahramanlık Destanı: Dımdım, İstanbul 2001).
5. Zembîlfiroş (Zincir satıcısı). Altmış beş dörtlükten ibaret bu manzum hikâye babasının sarayını terkeden, zâhidâne bir hayat yaşamayı tercih ederek zincir satımıyla geçinen bir Kürt gencinin ona âşık olan güzel bir kadının aşkına cevap vermemesini ve kadının ısrarlı davetine direnmesini konu edinir (Dîwana Feqiyê Teyran, s. 189-217; Celîlê Celîl, I, 189-197; Hugo Makas, s. 50-52).
Abdürrakīb Yûsuf, Sîsebân vadisinde ashabın kâfirler karşısında mağlûp duruma düşmüşken Hz. Ali sayesinde üstünlük sağladığı savaşı anlatan ve Şeyh Hâlid-i Zebârî’ye nisbet edilerek yayımlanan Sîsebân Hikâyesi’nin de Dimdim hikâyesiyle olan benzerliğinden hareketle Fakī-yi Teyrân tarafından yazılmış olabileceğini belirtir (Şaîrên Klasîk, s. 34-36; krş. Adak, s. 243, 272). Bazıları Ferh û Sitî hikâyesini de Teyrân’a nisbet ederler (Qanatê Kurdo, s. 71). Haydar Ömer, Fekiyê Teyrân: Ḥayâtühû ve şiʿruhû ve ḳıymetühü’l-fenniyye adıyla bir eser (Beyrut 1993, 2012), Abdusamet Yigit (Berlin 2010) ve Ronî War (İstanbul 2011, 2013), Feqiyê Teyran ismiyle birer roman kaleme almış, Yaşar Kemal Karıncanın Su İçtiği adlı eserinde Fakī-yi Teyrân’ın menkıbevî hikâyesine uzunca yer vermiştir (s. 335-374).
Kaynak: TDV İslam Ansiklopedisi